Hayatından memnun musun? Ortaya koyduğun performansa karşılık, aldığın sonuçlar seni mutlu ediyor mu? Başarı seviyen; maddi varlığın, refahın, huzurun ve ilişkilerin seni tatmin ediyor mu? Eğer bu sorulara, en azından birine bile cevabın hayır ise belki de bakış açını değiştirmenin zamanı gelmiştir… Olayları karşılayış biçimini, ya da hayatı algılayış biçimini değiştirmenin tam zamanıdır belki, ne dersin?
Neticede “Aynı şeyleri yaparak farklı sonuç beklemek bir nevi deliliktir” (Einstein)
Hepimiz düşüncelerimizden ibaretiz, yani şu hayatta üzerinde yüzde yüz kontrol sahibi olduğumuz tek şey düşüncelerimiz ve bu düşünceler hayatı görme biçimimizi ortaya koyuyor. Bunu, çoğunlukla bakış açısı şeklinde ifade etsek de Stephen Covey bunu Paradigma olarak ifade ediyor, yani zihin haritası. Düşüncelerimiz ile oluşturduğumuz bir harita bu… İşte bu harita bizi doğru bir adrese de, yanlış bir adrese de götürebilir.
Görkemli bir hayat yaşayan, devlet başkanları dahil sayısız insana danışmanlık yapan, kitapları ile milyonlarca insanın hayatına dokunan Stephen Covey, Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı isimli kitabında, bu konuya ayrıntılı bir şekilde değinir ve Paradigmalarımızın hayatımızdaki rolünün ne kadar önemli olduğunu anlatır. Ancak Covey’den yapacağım alıntılara geçmeden önce hayatta yaşadığımız birçok şeyin, önyargılar ve yaklaşımımız yüzünden dayanılmaz ve zor göründüğüne ilişkin şu hikâyeden bahsetmek isterim…
BU HASTAYA BAKMAK İSTER MİSİN?
Doktor Paul Ruskin, öğrencilerine bir hastanın belirtilerinden bahseder ve onlara önemli bir soru sorar:
” Size bir hastanın belirtilerinden bahsetmek ve bir soru sormak istiyorum… Hasta konuşmuyor ve söylenenleri anlamıyor. Hatta bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor ağzında, kendisinde zaman, ve kişi kavramı da yok. Sadece kendi adi söylendiğinde bazı tepkiler veriyor.
Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşünü düzeltmek için bir çaba gösteriyor ne de bakımını yapanlara yardımcı oluyor. Onu her daim başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri de yok, yiyecekleri ancak püre halinde verilirse yiyebiliyor.
Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Bu arada yürümüyor. Uykusu da sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Aslında çoğu zaman mutlu ve sevecen fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirlenebiliyor ve biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.”
Ruskin bir an sustu ve öğrencilerine: “Bu hastanın bakımını üstlenmek ister miydiniz?” diye sordu. Öğrencilerin hiçbiri bu konuda istekli olmadı…
Lütfen burada bir an dur ve düşün! Senin cevabın ne olurdu?
Dr. Paul Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da mutlaka yapmak isteyeceğini söyleyince, öğrencileri buna çok şaşırdı. Ardından doktor, hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başladı. Fotoğrafa bakan öğrencilerin yüzündeki şaşkınlık, tek tek tebessüme dönüşmeye başladı.
Çünkü fotoğraftaki, Doktor Ruskin’in altı aylık kızıydı!
Amerikan Tip Birliği Dergisinde yayımladığı makalesinde, Dr. Ruskin, basit bir yanlış anlamanın nasıl tamamen farklı bir perspektif kazandıracağını aktarmak istemişti. Şimdi öğrencilerin fikri değişmiş ve cevapları bir anda “Evet” olmuştu. Halbuki Ruskin’in söyledikleri tamamen doğruydu. Anlattığı o belirtiler bebekte vardı fakat az öncesine kadar ‘eziyet’ olarak düşünülen şey, şimdi bir ‘keyif’ olarak değişmişti.
Bazen yaklaşımımızı değiştirdiğimizde, her şey değişir. “Asla yapmam” dediğimiz bir şey için “Büyük bir keyif ile” yapacak duruma gelebiliriz.
Hayat, karşımıza bizim kontrolümüzde olmayan birçok şey çıkarır kimi tamamen bizim ile ilgiliyken, kimi diğer insanlarla alakalıdır. Ancak önemli olan, karşılaştığımız bu olaylara ilişkin tepkilerimiz, onları algılayış biçimimiz ve buna karşın ne yapacağımızdır. İşte tüm bunları belirleyen de, paradigmalarımız, yani zihin haritamızdır…
Bunlar, sonuçlarımızı ve dolayısı ile hayat kalitemizi çok etkilediği için Stephen Covey, Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı adlı muhteşem kitabında, bu konuyla ilgili çeşitli örnekler verir, bunlardan ilki bizzat yaşadığı bir olaydır.
METRODA HERKESİN SİNİRLENDİĞİ BELLİYDİ
“Bir pazar sabahı, New York’ta metroda başımdan geçen küçük çaplı bir paradigma değişimini hatırlıyorum. Herkes sessizce oturuyordu. Birtakım insanlar gazete okuyordu, bazıları düşüncelere dalmış, bazıları da gözlerini kapatmış, dinleniyorlardı. Sakin ve huzurlu bir ortamdı.
Sonra birdenbire bir adam, çocuklarıyla metroya bindi. Çocuklar o kadar yaramaz ve gürültücüydü ki, bütün hava birdenbire değişiverdi.
Adam, yanıma oturup gözlerini kapattı, durumla ilgilenmediği anlaşılıyordu. Çocuklar koşarak bağırıp çağırıyor, eşyaları fırlatıp atıyor ve hatta bazı yolcuların gazetelerini kapıyorlardı. Ancak yanımda oturan adam hiçbir şey yapmıyordu.
Öfkelenmemek zordu. Adamın, çocukların böyle haylazca koşuşmalarına aldırmayacak, bu konuda hiçbir şey yapmayacak, hiçbir sorumluluk yüklenmeyecek kadar duygusuz olmasına inanamıyordum. Metroda herkesin sinirlendiği belliydi. Sonunda, olağanüstü bir sabırla ve kendimi tutarak adama dönüp: “Beyefendi, çocuklarınız insanları rahatsız ediyor, onlara biraz hâkim olamaz mısınız?” dedim.
Adam, durumu henüz fark ediyormuş gibi bana bakarak usulca, “Ah, çok haklısınız, bir şeyler yapsam iyi olacak. Hastaneden geliyoruz. Anneleri bir saat önce öldü. Ne yapacağımı bilmiyorum. Galiba çocuklar da bu duruma nasıl katlanacaklarını bilemiyorlar,” diye cevap verdi.
O anda neler hissettiğimi düşünebiliyor musunuz? Paradigmam değişime uğradı. Birdenbire her şeyi başka türlü gördüm. Başka türlü gördüğüm için de başka türlü düşünmeye, başka türlü hissetmeye ve başka türlü davranmaya başladım.”
Paradigma değişimi bu tür bir “intibah”la gerçekleşir. Farklı bir şeyi okumak, seyretmek, dinlemek, farklı bir mekânda bulunmak, hâl ehli bir insanla hasbihâl etmek, eğer gerekli şartlar mevcutsa, paradigmaları sarsar ve değiştirir. Bu, “niyet”e bağlı bir “nazar” değişimidir. Âdeta bir “şok”la bakış açısı değişmektedir. “Şefkat tokatları”, paradigma değişimine sebep olan bu tür şoklardandır.
BENİM KURABİYELERİM!
Uçağı iki saat rötar yapan bir kadın, yanında birkaç dergi ve az önce satın aldığı bir kutu kurabiye ile bekleme salonuna geçmiş. Oturup dergilerden birini okumaya başlamış. Bir süre sonra, yanına bir adamın oturduğunu ve kurabiye paketini açıp yemeye başladığını fark etmiş.
Bundan pek hoşlanmayan ve kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, önce adama dik dik bakmış. Adam oralı olmayınca canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiye alıp ağzına atmış. “Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır” diye düşünürken, adam sakin sakin bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane daha atmış ağzına ve o andan itibaren adeta bir yarışmadır başlamış…
Adam bir tane, kadın bir tane derken, kadın iyice sinirlenmeye başlamış. Sonuçta kutuda son bir kurabiye kalmış. Adam, kadından önce davranarak hızlıca kapmış ve ortadan bölmüş, tebessümle kadına ikram etmiş. Kadın, artık sinirden küplere binmiş bir vaziyette, sinirle adamın elindeki yarım kurabiyeyi almış ve ağzına atmış. Tam da o sırada, uçağı ile ilgili anonsu duymuş ve işlemler için bankoya gitmiş.
Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, adeta şoke olmuş! Kurabiye paketi, hiç açılmamış bir şekilde çantasında durmuyor mu? Meğer, onca zaman adamın kurabiyesini yiyormuş… Tabi yaşadığı şaşkınlık bununla kalmamış çünkü burada bir farkındalık da var… Kendi kurabiyelerinin yendiğini zannederken o kadar sinirlendiği halde, adam onca zaman kendisine tebessümle bakmış ve ikram etmekten büyük zevk duymuştu. Hatta son kalan kurabiyeyi de büyük bir nezaket ile onunla bölüşmüştü.
Buraya kadar okuduysan, sadece okumakla kalma, son bölüme geçmeden önce lütfen dur ve düşün! Sen olsan ne yapardın? Paylaşmayı mı seçerdin, yoksa o kişiye haddini mi bildirirdin. Yahut da, paylaşacak olsan bile acaba bu kadar içten davranır mıydın?
BEN KOMUTANIM!
Covey, bu konuda bir farkındalık hikâyesini de ABD Denizcilik Enstitüsü’ne ait bir dergiden şöyle anlatır:
“Eğitim filosuna bağlı iki savaş gemisi, günlerdir kötü hava şartlarında manevra yapıyordu. Ben en öndeki gemide vazifeliydim. Hava kararmıştı. Köprüde nöbet tutuyordum. Ara sıra yoğunlaşan sis sebebiyle görüş mesafesi kısaydı. Dolayısıyla komutan köprüde kalmış, bütün faaliyetleri denetliyordu.
Karanlık çöktükten kısa bir süre sonra, iskele tarafındaki nöbetçinin sesi duyuldu: “Işık! Sancak tarafında.”
Komutan seslendi: “Düz mü gidiyor, kıça doğru mu?”
Nöbetçi, “Düz ilerliyor komutanım” diye cevap verdi. Demek ki gemiyle tehlikeli bir çarpışma rotası üzerindeydik.
Komutan emir verdi: Gemiye sinyal gönder! “Çarpışma rotasındayız. Rotanızı 20 derece değiştirmenizi öneriyoruz.”
Karşıdan şu sinyal geldi: “Rotanızı 20 derece değiştirmeniz önerilir.”
Komutan: Sinyal gönder: “Ben komutanım. Rotanızı 20 derece değiştirin” dedi.
Karşıdaki, “Ben deniz onbaşıyım. Rotanızı 20 derece değiştirirseniz iyi olur” diye cevap verdi.
Komutan iyice hiddetlenmişti. Hırsla emretti: Sinyal ver! “Ben bir savaş gemisiyim. Rotanızı 20 derece değiştirin.”
Karşıdan ışıklarla cevap geldi: “Ben bir deniz feneriyim.”
Rotamızı değiştirdik.”
Ne dersin, tüm bu hikâyeler sence bize neler anlatıyor? Bir hüküm vermeden, değerlendirme yapmadan önce neleri anlamalıyız? İnsanlarla ilgili hüküm vermeden önce hangi fikirleri edinmeliyiz? Karşılaştığımız bir olayın sinirlenmek yerine, bize ne öğrettiğini düşünecek olsak, hayatımızda neler değişirdi? Belki yorumlarda paylaşmak istersin 😊
Senin için dileğim, her ne yaşarsan yaşa, ‘Zarfa değil, mazrufa odaklanmandır’
Senin değişimine, senin mutluluğuna, senin başarına 😊
Sevgilerimle
Barış Ege